Ana sayfa Kültür - Sanat Virginia Gibi Düşünmek

Virginia Gibi Düşünmek

yazan Berrin Çoban

“Genç bayanlar bence siz utanç duyulacak kadar cahilsiniz. Asla önemli denecek bir keşif yapmadınız. Asla bir imparatorluğu sarsmadınız. Ya da bir orduyu savaşa götürmediniz. Shakespeare’in oyunlarını yazmadınız ve asla barbar bir ırka, medeniyetin nimetlerini tattırmadınız. Mazeretiniz nedir?”

Bu sözler ile tanımıştım Virginia’yı. Sahi neydi Virginia gibi düşünmek? Neden bu kadar önemliydi? Ve neden zihnin özgürlüğünü temsil ediyordu? Virginia Woolf ile ilk tanıştığımda zihnim bu sorular yumağı ile karmakarışıktı. Onunla tanışmak; yepyeni bir dünyanın kapısını aralamak, kendimi yeniden keşfetmek ve toplumsal cinsiyet rollerini bütünüyle sorgulamak demekti. O ilk an unutulmazdı çünkü ben bambaşka biri olmuştum. Hadi gelin, sizi ilk tanışma anımıza götüreyim!

Sosyoloji bölümü öğrencisi olarak bize anlatılan sosyolog ve filozofların çoğunun erkek olduğunu fark ettiğimde Virginia ile henüz tanışmamıştım. Zihnim sürekli aynı soruyu tekrarlıyordu; neden kadın sosyologların düşünceleri anlatılmıyor? Neden kurucu isimler hep erkek? Bir kadın, bir disiplinin kurucusu olamaz mıydı? Bu soruları sorguladığım o zamanlarda elime bir kitap aldım. Kitabın ismi “Kendine Ait Bir Oda” ve yazarı Virginia Woolf! Sayfalarını araladım ve okumaya başladım. İnanılır gibi değildi çünkü Virginia sorularımı duymuş gibiydi. Okuduğum her sayfa sorularıma birer yanıttı.

Virginia, 20. yüzyılda yaşamış feminist ve modernist bir yazar. Kadınların okula gidemediği Victoria döneminde kendini okuma yazmaya vermiş; var olan toplumsal cinsiyet rollerinin doğurduğu eşitsizlikleri sorgulayacak düzeyde yazılar kaleme almış… Peki bu kitapta bize neler anlatıyor Virginia?

Bu kitapta edebiyat ve kadın konusunu ele alıyor. 17 ve 18. yüzyılda erkek hakimiyeti altındaki edebiyat dünyasında başarılı olmanın kadınlar açısından oldukça zor olduğunu, Shakespeare’in hayali kız kardeşi ile anlatıyor. Shakespeare’i çoğumuz Romeo ve Juliet, Hamlet gibi oyunları ile tanıyoruz. Çok başarılı oyun yazarı ve şair olan Shakespeare’in aynı derecede başarılı bir kız kardeşinin olduğunu düşünmemizi istiyor Virginia.

“Varsayalım ki aşırı derecede yetenekli kız kardeşi Judith evde kaldı. O da en az Shakespeare kadar maceracı, yetenekli ve dünyayı görmeye istekli. Ailesinden gizli yazdığı yazıları saklayacak ya da yakacak kadar da dikkatli. 17 yaşına geldiğinde onu evlendirmek isteyecekler ve o bu evliliğe karşı çıkacak. Çünkü o, evlenmek istemez. Bu isteği ailesi tarafından hoş karşılanmaz ve ailesi onu ciddi anlamda döver. Sonra bir gün ansızın küçük bir bavul ile evi terk eder ve Londra’ya doğru yola çıkar. Tek hayali; abisi gibi tiyatro oyunları yazmak ve bu oyunlarda oynamak. Sonra sahnenin kapısından içeri girer ve oyuncu olmak istediğini orada duran adamlara söyler. Orada olan adamlar onun suratına doğru gülmeye başlar. Kanişlerin dans etmesi ve kadınların oyunculuk yapmasıyla ilgili bir şeyler söylerler. ‘Hiçbir kadın oyuncu olamaz’ derler. Nihayet oyunculardan sorumlu müdür Nick Greene ona acır ve onunla evlenir. Judith bu beyefendiden hamile kaldığını öğrenir ve böylece ‘bir kadın bedenine sıkışmış ve dolanmış bir şair kalbinin hararet ve şiddetini kim ölçebilir ki?’ Judith bir kış gecesi intihar eder, bedeni şimdilerde otobüslerin durduğu Elephant ve Astle’nin önündeki kuşağın altında yatıyor.” (Woolf, 1929:68).

Virginia Woolf’un kadınların edebiyatta yer almama sorununa verdiği cevap birçok noktaya işaret eder. İlk olarak 17. yüzyılda kadınların kamusal alanla tanımlanan hiçbir işte yer alamadıklarını, edebiyatın da bu alanlardan biri olduğunu anlayabiliriz. Nitekim Judith yani Woolf’un tasarladığı ve Shekespeare’in kız kardeşi olan bu karakter; yetenekli olmasına karşın yazdığı oyunlarda oynayamıyor. Bunun sebebinin de daha önce ele aldığım şekli ile; kadınların oyunculuk yapamayacağı, okula gidemeyeceği ve tek yerlerinin ev olacağı yönünde var olan zihniyet olduğunu söyleyebiliriz. Peki Judith bugün yaşasaydı sizce hayallerinin peşinde koşabilir miydi? Ya da günümüzde Judith’in yazgısını yaşayan kadınlar hala var mı?

“Yazmanın özgür ruhuna sığınmış kadınların kaleminin gücünü kim ölçebilirdi ki?”

17 ve 18. yüzyıl edebiyat anlayışlarına bakıldığı zaman kadınların dahil olamadığı ve bu sebeple erkek egemen bir edebiyat alanının var olduğunu görürüz. Nitekim edebiyat kanonları yani edebiyatta klasikleşmiş metinler göz önüne alındığında çoğunlukla erkek yazarların metinlerinin yer aldığı görülür. Bununla birlikte “Kanonsal Statüsü olan yazarlara baktığımızda; Dante, Milton, Shakespeare, Austen ve Dickesia gibi klasik dönemden modern döneme kadar eser vermiş yazarlar bulunur” (Derradj, 2021). Bu yazarlar edebiyat tarihinde ‘klasiklerin yazarları’ olarak saygı görmüş ve evrensel olarak beğenilen ve tanınan isimler olmuştur. Kanonsal statüsü olan bu yazarlardan sadece bir tanesinin kadın olması (Jane Austen) klasik edebiyat anlayışında, ‘kadınların dahil olamama’ sorununu gün yüzüne çıkarmak için sizce de yeterli değil midir?

“20.yy’a kadar uzanan edebiyat geçmişine göz atıldığında erkek yazarların eserleri İlyada ve Odyseia’ya kadar uzanırken; kadın yazarların geçmişi Virginia Woolf-Kendine Ait Bir Oda’ya kadar uzanmaktadır” (Derradj, 2021). Woolf’a kadar gelen süreçte kadınların yazılarının yayınlanmaması ve kadınların edebiyat alanına dahil olamamasının birçok nedeni ele alınabilir.

İlk olarak; dönemin normlarına uygun olarak oluşturulmuş toplumsal cinsiyet rolleri bir sebep olarak görülebilir. Nitekim bu roller ‘kadın ve erkeği’ toplumsal olarak üretmiş ve bu cinsiyetlere birtakım roller atfetmiştir. Bu roller, üretilen kadın imgesini domestik alan ile yani ev – mekan içerisinde sınırlı tutmuş; buna karşın erkeği kamusal alan ile özdeşleştirmiştir. Bu anlamda kamusal alan ile özdeşleşen erkek; okula gitmek, yazı yazmak, meslek sahibi olmak, politikada, edebiyatta yer almak gibi yetkinlikler kazanmış, kısacası düşünme özgürlüğüne erişmiştir diyebiliriz. Buna karşın üretilen kadın imgesi ise; ev işleri yapmak, çocuk doğurmak, çocuğa bakmak şeklinde zihnin işleyişini meşgul eden ve düşünce özgürlüğünü sınırlandıran işler ile özdeşlemiştir. Bu sebeple ‘yazmak, düşünmek, karar vermek, politikada- edebiyatta yer almak’ üretilen kadın imgesi için yasaklanmış ve komik bulunmuştur. Böyle bir dönemde yazmanın özgür ruhuna sığınmış kadınların kaleminin gücünü kim ölçebilirdi ki? Veya kim inkar edebilirdi?

Bununla birlikte kadınların yazmalarının ve politik alanda var olmalarının ‘normal’ görülmediği bu dönemde, dönem koşullarına kalemleri ile meydan okuyan kadınların varlığı oldukça sevindirici bir haber. Virginia bu kadınlardan biri. Virginia İngiltere’nin seçkin bir ailesinde yaşamasına rağmen okula gidememiş. Çünkü yaşadığı dönemde bir kadının okula gitmesi normal olarak görülmüyordu. Virginia eğitimini evde almış; bu durumu yani kadınların okula gidememesini eleştirmiş.

Bir yandan da Virginia, tarih boyunca anonim olarak bildiğimiz yazarların tümünün kadın olduğunu iddia etmiş. Kadın yazarların yaşadıkları dönemde edebi eserlerinde kendi isimlerini kullanmak noktasında çekindiklerini dile getiren Virginia, bunun temel sebebinin ise dönemin toplumsal cinsiyet rolleri olduğunu şu sözlerle dile getirmiş: “Toplumda böylesine gerici bir ön yargı hakimken; hangi kadın yazar kendi ismiyle kitabını çıkarmaya cesaret etsin” (Gülen, 2018).

Erkek takma isimleri ile dönem koşullarına kalemleri ile karşı duran kadın yazarlardan başka örnek: “Bronte Kardeşler”. Kadın yazarların ön yargı ile okunduklarını düşündükleri için takma erkek isimler kullandıklarını belirten Bronte kardeşler; edebiyatta kadın görünmezliği sorununa da eğilmişlerdir. Kadın doğasının, varoluşunun ihmal edildiği veya yanlış anlatıldığı edebi eserlerde (erkek yazarlar tarafından yazılan) yarattıkları kadın karakterler ile; kadınların zihin dünyasından, varoluşsal sancılarından, yeteneklerinden ve tutkularından bahsetmişlerdir. Kadınların da erkekler gibi(!) düşünebileceği, yazabileceği, yeteneklere sahip olabileceğini karakterler üzerinden anlatmaları da mevcut döneme feminist bir başkaldırı olarak değerlendirilebilir.

“Yaşam Bir Düştür, Uyanmak Bizi Öldürür”

Virginia, feminist yanı kadar zıtlıkların hakimiyet sürdüğü yaşamı ile de beni büyülemişti. Yaşam-Ölüm, Düş-Gerçek gibi zıtlıkların içinde yaşayan Virginia, henüz 13 yaşında küçük bir çocukken; annesini kaybetmiş. Bu onun ölüm ile ilk tanışmasıydı ama son olmadı. Çünkü sonrasında annesi kadar sevdiği üvey ablası Stella’yı da kaybetti. Ablasının ölümünden sonra duyduğu derin üzüntüyü güncesinde şöyle ele alıyor; ‘Bugün hem annemi hem de ablamı kaybettim.’ Babası ise annesinin ölümünden sonra odasına ve kitaplarına sığınmış. Virginia ve diğer kardeşlerine artık zaman ayıramıyor, babalık görevlerini yerine getiremiyormuş. Bu durum Virginia’nın babasına karşı daima kırgın olmasına sebep olmuş. Çünkü bu süreçte Virginia ve ressam olmak isteyen ablası Venessa üvey ağabeylerinin cinsel istismarına maruz kalmışlar. Bu, onun yaşam boyu sürecek depresyon nöbetlerinin şiddetlenmesine sebep oldu. 24 yaşında sevdiği kardeşi Thoby’nin ölümü ise intihar girişimlerinin artmasının nedeni oldu.

Virginia, yaşam ve ölüm arasında bir çizgide yaşamış; yaşarken ölüme hasret duymuş bir ruha sahipti. Gerçek dünya dışında zihninde tasarladığı dünyada nefes alıyor bu durum da gitgide gerçek dünyadan kopmasına sebep oluyordu. Hazin son çok uzak değildi çünkü Virginia bir 28 Mart günü cebine taşlar doldurarak kendini Ouse nehrine atarak yaşamına son verdi. Geriye büyük düşünceleri ve yaşam öyküsü kaldı.

Şimdi size sormak istiyorum. Nedir Virginia gibi düşünmek?

Benim cevabımı merak ederseniz eğer; sınırların olmadığı bir zihin, mücadeleci bir ruh ve daima olmayan ve olamayacak birine özlem. Ha en önemlisi; ekonomik bağımsızlık. Çünkü bana göre Virginia bugün yaşasaydı kendimize ait bir odanın anahtarının; ekonomik bağımsızlık olduğunu söylerdi. Birine bağlı olmamak ve birinin bize bağlı olmaması özgürlüğün ilk adımı. Peki sınırların olmadığı özgür bir zihin? Bunun için belki kendimizle belki de var olan somut sınırlar ile mücadele etmemiz gerekiyor. Nitekim Virginia “Zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kapı, hiçbir sürgü, hiçbir kilit yoktur.” Diyerek zihninin özgürlüğü için mücadele etmiş. Peki bizler sınırların olmadığı özgür bir zihne sahip miyiz? Bu soru ile sözlerimi noktalıyor; Virginia’nın ruhu ile sizleri selamlıyorum…

Kaynakça

– Derradj, Z (2021). Edebiyatın Toplumsal Cinsiyeti ve Kadın Şairler Bknz: https://hemhal.org/forum/edebiyatin-toplumsal-cinsiyeti-ve-kadin-sairler/

– Gülen, B (2018). 18. Ve 19. Yy’da Kadın ve Edebiyat. Bknz: https://www.evrensel.net/haber/365313/18-ve-19-yuzyilda-kadin-ve-edebiyat

İlginizi Çekebilir

1 comment

Ayla Turan 31/03/2023 - 08:23

👏👏👏👏

Cevapla

Bir Cevap Yazın