“Öldükten sonra da yaşamak istiyorum” cümlesi birazdan okuyacağınız satırlarda size tanıtacağım, belki de çoktan bildiğiniz Anne Frank’in 2. Dünya Savaşı sırasında tuttuğu günlüğüne yazdığı bir cümle.
Online müzeler konusunda araştırma yaparken, 2014 yılında ziyaret ettiğim “Anne Frank Evi” olarak bilinen Anne Frank’in biyografik müzesinin de online olarak ziyaret edilebileceğini gördüm, sizlerle de beni derinden etkilemiş olan bu hikayeyi ve müze deneyimimi paylaşmak istedim.
İlk kısım olarak yayınlanan bu yazıda sizlere elimden geldiğince Anne Frank’in öyküsünü ve günlüğünü anlatmaya çalışacağım. İkinci kısımda ise, müzeye dair bilgilerden ve kendi deneyimlerimden bahsetmeyi planlıyorum.
Anne Frank, 1929 yılında Frank ailesinin 2. çocuğu olarak Almanya’da dünyaya geliyor. Ablası Margot, annesi Edith ve babası Otto ile birlikte orta halli bir hayat sürerken 1933 yılında Adolf Hitler’in başbakan olması ile birlikte halihazırda artmakta olan baskılardan kurtulmak için, aynı yılın Mart ayında Hollanda’ya göç ediyorlar. Otto Frank, burada reçel yapımında kullanılan maddeleri üreten Dutch Opekta isminde bir şirketin müdürü olarak çalışmaya başlıyor.
1940 yılında Alman ordusunun Amsterdam’a varışı, Frank ailesi açısından endişeli bir döneme girilmesine yol açıyor. Aylar geçtikçe ve Alman ordusunun Hollanda’daki baskıları artmaya devam ettikçe, Otto Frank bir plan yapıyor ve çalıştığı ofisin arkasında depo olarak kullanılan “gizli müştemilat”ta saklanmak için hazırlıklara başlanıyor.
1942 yılının Haziran ayında Anne’e bir günlük hediye ediliyor ve biz, şu an okumakta olduğunuz tüm bilgilere bu günlükler sayesinde ulaşabiliyoruz. Aynı yılın Temmuz ayında, Otto Frank’in saklanma planlarını hızlandıran bir gelişme yaşanıyor ve Anne’in ablası Margot’ya bir celp yollanıyor. Bu celbin toplama kamplarına çıkan bir uyarı olduğu o dönem çok net bir şekilde bilindiği için Frank ailesi celbin geldiği gün gizli müştemilatta saklanma planlarını devreye koyuyor.
Bu planın işlemesine katkı sağlayan en önemli kişilerden biri de Otto Frank’in sekreterliğini yapan Hollandalı Miep Gies. Anne, günlüklerinde Miep Gies’in yardımlarından, müştemilata sık sık dergi, kitap, çiçek ve hediyeler getirdiğinden bahsediyor.
1942 yılında, 4 kişilik nüfusla başlayan müştemilattaki saklı yaşam, önce 3 kişilik Van Pels ailesinin, daha sonra da Fritz Pfeffer isimli genç bir diş hekiminin aralarına katılmasıyla 8 kişiye yükseliyor. Anne günlüklerinde zaman zaman bu kalabalıktan bunaldığını, bu insanları çok sevmediğini anlatıyor. Günlüklerini okumaları ihtimaline karşı da isimleri değiştirmeyi tercih ediyor.
Anne için günlüklerin farklı bir anlam ifade etmeye başlaması ise 29 Mart 1944’te BBC radyosunda duyduğu bir haber oluyor. Savaştan sonra hatıra defterlerinin değerlendirileceği, hatta basılacağı haberini duyan Anne, birkaç cilde varan günlüklerini düzenlemeye ve temize geçirmeye başlıyor.
Anne’in günlüğüne en son, 1 Ağustos 1944’te, yani 4 Nazi subayı tarafından müştemilatta yakalanıp toplama kampına gönderilmeden sadece 3 gün önce;
“Sonuçta kalbimin kötü yanını dışa, iyi yanını içe çeviriyorum ve sürekli, olmak istediğim gibi nasıl olurum, olabilirim, eğer…eğer dünyada kimse yaşamıyor olsaydı, sorusuna çare arıyorum.”
notunu düşüyor.
Anne ve ablası Margot, çok sert bir tifüs salgınının baş gösterdiği 1944/45 kışında tifüse yakalanıyorlar ve birkaç gün arayla hayatlarını kaybediyorlar.
Oldukça sarsıcı olan bu yaşam öyküsünü Anne’in kaleminden okuma imkanımız da kamplardan sağ kurtulan Otto Frank sayesinde oluyor. Otto Frank, kızının isteğini yerine getiriyor ve “Anne Frank’in Hatıra Defteri” ilk baskısını 1947 yılında yapıyor.
Anne’in etkileyici hayat hikayesinin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, tarihin en acı verici dönemlerinden birini birebir yaşamak zorunda kalmış olan bir genç kızın kaleminden bu hatıra defterini okumanızı kesinlikle öneririm.
Yazının ikinci kısmında görüşmek üzere,
Sağlıklı günler dilerim!